top of page

BULUŞMA

Şehit ailelerine ithâf edilmiştir.

Elleri lokum lokum yalnızlık doluydu. Ne yapsa nereye gitse hep aynı şehri soludu. Yalnız diğerleri değil, bunu kendisi de bilmiyordu.

Yosun yosun bir kalabalık ki sevmezdi aslında böylesi yalnızlığı. Çehresi uysal otlarla örülü yabani bir hayattı yaşamaya çalıştığı ve hayli derindi gölgesi aynaya çizdiği siluetinin. Kiracı hissetmezdi ama ev sahibi de değildi. Çok misafiri gelir, geldikleri gibi giderlerdi. Onu anlamaya kimsenin yüreği yetmedi.

O, ömrünü bir çöl bataklığında geçirmek zorunda kalan, her şeyin sonu olduğunu bildiği için huzurlu, zaman salınarak geçtiği için vahşi ve cennet iklimini kalbinde taşıdığı için öldürürcesine güzel bir saat çiçeğiydi. İsyan onun için aşkın gözünün içine hiç utanmamacasına bakabilmekti, ölene dek şeref nişanı gibi göğsünde taşıdığı.

Koca mahallede dul kalıp da ikinciye evlenmeyen tek o vardı ve bu onun için gurur kaynağıydı. Ne demeli, aşk gitmemek için çağırıldı mı yalnızlık istediği tek şart olurdu kişiden, ölene dek birlikte olmak istiyorsa kişi.

Ay dopdoluydu o akşam ve yazın hediyesi hanımeli mutluluğu anımsatan kokusuyla odaya dolmuştu. Rüzgârdan hafifçe kapanmış camların hepsini ardına kadar açtı, o arada radyoda en sevdiği şarkı çalıyordu, o radyo zaten hep aynı şarkıyı çalardı.

Ağaçlar fısıldadı huzurlu ve usuldan “Gitme zamanı”. Kadın bunu duyup umudu içine çekerek gülümsedi, evdeki tüm mobilyaların üzerindeki örtüleri kaldırdı, yüzü koyun uyuyan fotoğrafları kayan yıldızları seyredip son dileklerini tutsunlar diye uyandırdı ve yatak odasındaki mumu alıp diğer mumları söndürdü evi son kez gezerken. Mutfağa gidip öksüz doyuran bardağıyla su içti, mutfak camına her daim sadakatle bağlı perdesiyle vedalaştı.

Yatak odasına dönüp elinde kalan ve sönmemek için rüzgârla savaşan mumu makyaj masasının üstüne koydu, saçlarını taradı yalnızlığının ve dudaklarını kan kırmızı rujun altına gizlemek zorunda hissetti. Göz kapaklarını da kırmızıya boyadı inadına hayatın. Hayat onun gözlerini hep siyaha boyamıştı. Yanakları sevinçten zaten iki kızıl güneşti.

Yalnızlık evi teşrif ettiği için giyemediği umutla yaşına kadar sakladığı beyaz gelinliğini giydi. Sevindi, yaşlansa da formunu kaybetmemişti, demek ki askerinin yanına ona son göründüğü haliyle gidecekti, tabii biraz hayattan bıkıp kendini salmış olsa da cildi.

Sabah bahçesinden topladığı kırmızı güllerin yapraklarıyla kapladı tüm yatağı, yatak artık bir gül bataklığıydı; yapraklarından ayrılınca anlamları yiten ve dikenleri halden anlayıp da maraz çıkarmayan sapları usulca yatağın ayak ucuna bırakıverdi.

Gardıroptan damatlığı çıkardı ve kapadı gıcırdamayı bırakıp bas bas bağıran gardırop kapısını. Damatlığı usulca ve intizamlı şekilde yerleştirip yatağın bir tarafına, uzandı kırmızı dudaklı, al yanaklı gelin, damadının diğer tarafına. Bir zaman sonra uyudu o, mum yenik düştü rüzgâra. Gül yaprakları rüzgârla dans ederken radyoda hâlâ aynı şarkı çalıyordu…

Gülçin Acar

Yazının yayımlandığı yer: Hayal Bilgisi Dergisi, 19. Sayı, Aralık 2015


Arşiv
RSS Feed
bottom of page